Sayfalar

29 Nisan 2013 Pazartesi

GÖKLERDE VE YERDEKİ HER ŞEY ALLAH’I TESBİH EDER(Hadid, 57/1)



GÖKLERDE VE YERDEKİ HER ŞEY ALLAH’I
TESBİH EDER

“Göklerde ve yerdeki her şey Allah’ı tesbih etmektedir. O mutlak güç
sahibi, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Hadid, 57/1)
Varlık âleminde bulunan her şey, yüce Yaratıcıyı kendi lisanı ile tesbih ediyor,
hepsi O’na övgü ve senada bulunuyor. Zira bütün mülk ve saltanat Allah’ındır ve
hamd O’na mahsustur. O her şeye hakkıyla gücü yetendir. Kur’an’ın, “Göklerde ve
yerde kim varsa, ister istemez kendileri de gölgeleri de sabah akşam Allah’a secde ederler
(boyun eğerler)” (Ra’d, 13/15) ifadesi, son derece önemli bir incelik taşımaktadır. Saygı
için alnı yere koymak demek olan secde, itaatin, boyun eğmenin ve teslimiyetin son
sınırıdır. Yüce Allah’a secde ve tesbihte bulunmak, Allah’ın hükmünün, her zaman
ve her yerde geçerli olduğunu; hiçbir şeyin, O’nun buyruğu dışına çıkamayacağının
bilinmesi demektir. Kur’an’da, “Yedi gök, yer ve bunların içinde bulunanlar Allah’ı tesbih
ederler. Ancak, siz onların tesbihini anlamazsınız.” (İsrâ, 17/44) buyrulmaktadır. Güneş,
ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanlar ve tüm varlıklar, her an Allah’a secde etmekte
ve O’nun buyruğuna boyun eğmektedirler.
Göklerdeki ve yerdeki tüm varlıkların O’nu tesbih etmesi, yüce Allah’ın üstün
iradesinin ve mutlak gücünün doğal bir sonucudur. Her şey yüce Allah’ın bilgisinin
kapsamı içindedir. Dolayısıyla Allah yapılanlardan haberdardır ve kullarının bütün
hareketlerini bilir. İnsanlar, iradelerini kullanmak suretiyle Allah’ı her türlü kusur
ve eksiklikten tenzih etmeli, O’na noksan sıfatları isnat etmekten kaçınmalıdırlar.
Allah öyle bir Melik ki, gökleri, yerleri, bütün kâinatı yaratıp düzenleyendir. Selim
akıl sahipleri için yüce Allah, “Onlar ayakta iken, otururken ve yanları üzerine yatarken
Allah’ı anarlar. Göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler. Rabbimiz bunu boş yere
yaratmadın, seni eksikliklerden uzak tutarız derler.” (Âl-i İmran, 3/191) buyurmaktadır.
Beden ve ruhu arındırmanın yolu, Allah’ı bilmek ve O’nu yüceltmektir. Demek ki
yerde ve göktekilerin hepsi kendi lisanlarıyla her an Allah’ı tesbih etmektedirler.
Varlıkların bu tesbihini insanların bilip anlaması mümkün müdür? İnsanın dışında
diğer varlıkların Allah’ı tesbihi, insanlarınki gibi sesle ve harflerle olan bir
tesbih değildir. Bunların Allah’ı tenzih ve tesbih etmesi, varlıklarının gereği olan
işlevlerinin gerçekleşmesi olarak da düşünülebilir. Varlık âleminde her şey bir döngü
hareketi ile Allah’ı tesbih etmektedir. Tüm yaratılanlar, bu âleme gelirken Allah’ı
bilip O’nu tesbih ettiler. Onların yaratılmaları da Allah’ın varlığına ve yüceliğine bir
şehadettir. Bu varlıklar yaratılıştan gelen özelliklerle, kendilerine yüklenen görevleri
hakkıyla yerine getirmektedirler. Varlık âleminde, insan ve cinler dışında Allah’a
isyan eden, Allah’ın emirlerinden dışarı çıkan, kendi başına buyruk başka bir varlık
yoktur. Göklerde ve yerde bulunanlar, isteyerek ya da istemeyerek Allah’a secde
etmektedirler. Secde etmek Allah’ı tesbih etmenin önemli bir biçimidir. Secde eden
insan, ubudiyetin en uç noktasına ulaşmakta, büyük bir makam karşısında yüzünü
yerlere sürmekle, insan benliğini gurur ve kibirden arındırmanın en ileri boyutunu
yaşamaktadır. Dolayısıyla, Allah’a secde etmeden O’nu tesbih etmek tam anlamıyla
gerçekleşmiş olmayacağı gibi, her türlü hâlleriyle Allah’ı tesbih etmeyenlerin de sadece
secde etmeleri beklenen faydayı temin etmeyecektir.
Allah’ı tesbih etmek, O’nun, hiçbir eksik sıfat taşımadığının; her şeye gücü yeten,
yoktan var eden, hiçbir varlığa benzemeyen, eşi ve benzeri olmayan bir ilah olduğunun
kabulü ve ikrarıdır. “Göklerde ve yeryüzünde bulunan kimselerle, sıra sıra (kanat
çırparak uçan) kuşların Allah’ı tesbih ettiğini görmez misin? Her biri duasını ve tesbihini
kesin olarak bilmektedir...” (Nûr, 24/41) Öyle ise her zaman yüce Yaratıcıyı anmalı, sürekli
şükretmeli, O’na sayısız ve sınırsız övgüde bulunmalıyız.

28 Nisan 2013 Pazar

ALLAH’I ÇOKÇA ZİKRETMELİYİZ(Ahzâb, 33/41-43)


ALLAH’I ÇOKÇA ZİKRETMELİYİZ


“Ey iman edenler! Allah’ı çokça zikredin. Onu sabah akşam tespih edin. O,
sizi karanlıktan aydınlığa çıkarmak için size merhamet eden; melekleri de
sizin için bağışlanma dileyendir. Allah müminlere çok merhamet edendir.”
(Ahzâb, 33/41-43)
Metnini ve mealini okuduğumuz bu âyet-i kerîmede Rabbimiz, biz iman edenlere
kendisini çokça anmamızı, sabah akşam onu tespih etmemizi emretmektedir.
Bizler Rabbimizin bu emrini severek ve isteyerek yerine getirmeliyiz. Çünkü sahip
olduğumuz bütün nimetler Allah’tan gelmektedir. Ayrıca Allah, gönderdiği ilahi
emirler vasıtasıyla bizi karanlıktan aydınlığa çıkarmış, bize doğru yolu göstermiştir.
Bütün bunlara rağmen yine de bizler zaman zaman kabahat işleyerek kulluk vazifemizi
tam olarak yerine getiremeyiz. Bu durumda bile O bize merhamet eder ve bizi
bağışlar. Çünkü O, müminlere karşı çok merhametlidir. Ayrıca sürekli olarak O’nun
emrine itaat eden melekleri de, O’nun emrine uyarak bizim bağışlanmamızı O’ndan
niyaz ederler.
Sabah akşam tespih etmeyi üç şekilde anlayabiliriz. Birincisi; namaz vakti olarak
sabah ve akşam namazlarının vakitleridir. Yani bu iki namaz vaktinin önemine
vurgu yapılmıştır. Bu namazlara dikkat etmemiz gerektiği açıklanmıştır. İkincisi;
zaman olarak sabah ve akşam vakitleridir. Bu vakitler genellikle insanların uykuda
olabilecekleri saatlerdir. Bu saatlerde uyanık olmaya ve bu zamanların bir kısmını
Allah’ı zikir ile geçirmeye işaret edilmiştir. Üçüncüsü ise günün bütün vakitleridir.
Türkçemizde “gece-gündüz”, “sabah-akşam”, “olur-olmaz” zamanda gibi tabirler,
bütün günü anlatmak için kullanılır. Buna benzer tabirler Arapçada da bulunmak-
* Mustafa KILIÇ
88
tadır (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul, 1971, 6/3910). Bu duruma göre;
yatağımıza yatmadan önce, yatağımızdan kalkınca, bir işimize başlarken, o işimizi
yapmaya devam ederken, işimizi bitirince, günün belirli zamanlarında Allah’ı anacağız,
Bismillah, elhamdülillah, Lâ ilâhe illallâh, Allahu ekber, yâ Allah, sübhânallah…
vb. zikirlerle; şu çiçeği Allah ne güzel yaratmış, bu kâinatın düzeni ne kadar mükemmel,
bu yağmuru Allah nasıl yağdırıyor, bu işi yapacağım ama Allah’ın rızasına
aykırı bir şekilde yapmamaya dikkat edeyim gibi duygu ve düşüncelerle hareket
etmek de, bütün gün Allah’ı zikretmek anlamına gelir.
Rabbimiz yüce kitabımızın başka bazı ayetlerinde de; biz onu anarsak onun da
bizi anacağını haber vermekte (Bakara, 2/152) ve içimizden yalvararak, O’ndan korkarak
yüksek olmayan bir sesle sabah akşam zikretmemizi (A’râf, 7/205), bütün benliğimizle
ona yönelerek adını anmamızı (Müzzemmil, 73/8-9) emretmektedir. Ayrıca
göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde,
bizim gibi akıl sahipleri için ibretler olduğunu, ayaktayken, otururken ve yan yatarken
bile Allah’ı düşünüp anmamızı, göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünmemizi
ve “Rabbimiz! Bunu boş yere yaratmadın, seni eksikliklerden uzak tutarız. Bizi ateş
azabından koru” (Âl-i İmrân, 3/190-191) dememiz gerektiğini bize haber vermektedir.
Sevgili Peygamberimiz (s.a.s) de bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Azîz ve celîl olan Allah şöyle buyuruyor: Kulum kendi hakkında benim nasıl hüküm
vereceğimi zannederse, ben öyle hüküm veririm. Kulum beni anarken ben muhakkak
onun yanında olurum. Eğer o beni gönlünde gizlice zikrederse, ben de onu nefsimde gizlice
zikrederim. Eğer o beni bir cemaat içinde zikrederse, ben de onu daha hayırlı bir cemaat
içinde zikrederim. Kulum bana bir karış yaklaşırsa, ben ona bir arşın yaklaşırım. Kulum
bana bir arşın yaklaşırsa, ben ona bir kulaç yaklaşırım. O bana yürüyerek gelirse, ben ona
koşarak varırım” (Müslim, “Zikir Dua Tevbe ve İstiğfar”, 48/1, III/2061).
Bu hadis-i şerifte bir benzetme yapıldığını elbette fark ediyoruz. Allah’ın bizim
yanımızda olması, bizi zikretmesi, bize yaklaşması, bize koşarak gelmesi, O’nun kullarına
çok yakın olduğu, yaptıklarını bildiği ve dualarına icabet ettiği anlamına gelir.
Biz Rabbimize kalpten inanacağız, O’nu dilimizle ve kalbimizle zikredeceğiz,
her işimizi yaparken O’nun bu konuda bize neleri emrettiğini, neleri yasakladığını
düşüneceğiz ve ona göre davranacağız. O’nun rahmetine ve merhametine güveneceğiz,
O bizi affedecek, cennetleriyle ve nimetleriyle ödüllendirecek diye güzel zanda
bulunacağız. Yüce Rabbimiz de bizim bu güzel zannımızı değerlendirecek ve bizi
cennetleriyle ve nimetleriyle ödüllendirecektir. Bizi bağışlamaya muktedir olan Rabbimizin
cezalandırmaya da gücünün yettiğini hesaba katarak korku ile ümit arasında
olacağız. Zaten bize yakışan da, korku ile ümit arasında olmaktır.

27 Nisan 2013 Cumartesi

ZİKİR VE GÖNÜL HUZURU(Ra’d, 13/28)






ZİKİR VE GÖNÜL HUZURU

“Onlar, inananlar ve kalpleri Allah’ı anmakla huzura kavuşanlardır. Biliniz ki, kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur.” (Ra’d, 13/28)
Dünya üzerinde yaşayan tüm insanlar, huzurlu ve mutlu olmak isterler. Bunun
için değişik metot ve yollara başvururlar. Bu konuda her birinin farklı hedefleri vardır.
Kimi zengin olduğunda, kimi iyi bir işe girdiğinde, kimi sevdiği insanla evlendiğinde,
kimi istediği üniversiteyi kazandığında, kimi arzuladığı herhangi bir makam
veya mevkie geldiğinde vs. mutlu olabileceğini düşünür. Amacına ulaştığında ise,
aradığı mutluluğu ya bulamaz ya da bulduğunu sandığı huzur ve mutluluğun çok
kısa süreli ve kendisini tatmin etmeyen bir mutluluk olduğunu görür. Bu defa yeniden
farklı mutluluk yolları aramaya başlar ve akla gelebilecek her türlü alternatifi
dener. Böylece bütün çabalara rağmen çoğu kere gerçek anlamda huzur ve mutluluğu
elde edemez ve içten içe huzursuzluk çekmeye devam eder…
Hâlbuki insanın huzurlu ve mutlu olabilmesi, her şeyden önce vicdanının rahat
olmasına bağlıdır. Yani kişinin kalbine sıkıntı verecek, aklına takılacak, vicdan azabı
çekecek, pişmanlık içinde yaşamasına sebep olacak bir durum içinde bulunmaması
gerekir. Vicdan ise, yaratılışı gereği Allah’ın emrindedir ve insana Allah’a iman etmeyi,
dinin hükümlerini yerine getirmeyi, hak ve hakikate bağlı kalmayı ve güzel
ahlaklı olmayı telkin eder.
İnsanın vicdanını rahat ettirecek, gönlünü huzurla dolduracak gerçek mutluluk
ve huzur ise, Allah’a iman edip, inandığı gibi yaşamak ve onu zikretmekle mümkündür.
İşte yüce Allah yukarıda mealini verdiğimiz âyetinde bu gerçeği haber veriyor:
“Onlar, inananlar ve kalpleri Allah’ı anmakla huzura kavuşanlardır. Biliniz ki, kalpler
ancak Allah’ı anmakla (zikretmekle)huzur bulur.”

Bu âyet-i kerimeye göre huzur ve mutluluğun olmazsa olmaz şartı iman ve Allah’ı
zikirdir. İman, Hz. Peygamber’in Allah’tan getirdiği ve “zarûrât-ı diniye” olarak bilinen
hükümleri, haber verdiği hakikatleri tereddütsüz kabul ile bunların gerçek ve
doğru olduğuna inanmak demektir.
Zikir ise Allah’ı, isim ve sıfatlarıyla anmak, tefekkür etmek ve gaflet içerisinde
olmamak demektir. Zikir, dil, kalp ve beden ile olmak üzere üç çeşittir. Kalp ile zikir
Allah’ı gönülden çıkarmamak ve O’nu tefekkür etmektir. Dil ile zikir, Allah’ı güzel
isimleri ile anmak, O’na hamdetmek, tespihte bulunmak, Kur’an okumak ve dua
etmektir. Beden ile zikir ise vücudun bütün organlarıyla Allah’ın emirlerini yerine
getirmek ve yasaklarından sakınmaktır.
“Onlar ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah’ı zikrederler. Göklerin
ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler (tefekkür ederler). ‘Rabbimiz! Bunu boş yere
yaratmadın, seni eksikliklerden uzak tutarız. Bizi ateş azabından koru’ derler.” (Âl-i İmran,
3/191) âyet-i kerimesi zikrin her hâl ve durumda yapılabileceğini ifade etmektedir.
Enfâl suresinin; “Mü’minler ancak o kimselerdir ki; Allah anıldığı zaman kalpleri
ürperir. Onun âyetleri kendilerine okunduğu zaman (bu) onların imanlarını artırır. Onlar
sadece Rablerine tevekkül ederler. Onlar namazı dosdoğru kılar ve kendilerine rızık olarak
verdiğimiz şeylerden Allah yolunda harcarlar…” (Enfâl, 8/2-3) âyeti ise hem genel
anlamdaki zikrin, hem de Kur’an’ı anlayarak okuyup, onunla amel etmenin mümin
kişinin ruhu üzerindeki derin ve olumlu etkisini dile getirmektedir.
Kısaca yukarıda metnini ve mealini verdiğimiz âyet-i kerimede ifade edilen
“gönüllerin huzur bulacağı zikrullah”; Kur’an okumak, dinlemek, sübhanellah, elhamdülillah,
Allahu ekber, lâ ilâhe illallâh gibi sözlerle Allah’ı anmak ve söylenen
her sözde, yapılan her iş ve icraatta Allah’ın rızasını gözetmektir. Diğer bir ifadeyle
Allah’ı gönül ve dil ile zikretmekle beraber, O’nu hayatın içinde de anmak ve rızasına
uygun davranmaktır.
O halde insanın huzur ve sükûna erişebilmesi, kalbin mutmain olması ile mümkün
olur. Kalbin mutmain olması ise, Allah’ı zikir ve Kur’an’ı okuyup anlamak ve
yaşamakla gerçekleşir. Çünkü insanı yaratan Allah, onun nasıl bir ortamda ve nelerle
mutlu olacağını, huzur bulacağını ve yaratılışına uygun yaşamın ne olacağını
en iyi bilendir.

25 Nisan 2013 Perşembe


ALLAH, HER YERDE
BİZİMLE BERABERDİR


“...Yere gireni, ondan çıkanı, gökten ineni, oraya yükseleni bilir. Nerede
olsanız, O sizinle beraberdir. Allah, bütün yaptıklarını hakkıyla görendir.”
(Hadîd, 57/4)
Allah, her zaman ve her yerde kulu ile beraberdir. Onun yanında ve yakınındadır.
Çünkü bütün zaman ve mekânlar, yer ve gök O’nundur. O’nun bulunmadığı
hiçbir yer yoktur. O, kuluna insanın şah damarından daha yakındır. Kur’an’da da,
“Biz ona şahdamarından daha yakınız.” (Kâf, 50/16) diye buyurulmaktadır.
Yüce Allah her yerde bizimle beraberdir. Nereye gidersek gidelim, O bizi görür,
işitir, duamızı duyar ve bize cevap verir. Adını andığımızda bizi bilir. Biz de O’nu
biliriz. Her an Allah ile beraber olmanın mutluluğunu yaşarız. O’nun adıyla girdiğimiz
yerde bir korkumuz olmaz. O’nun izniyle girdikten, adını andıktan ve koyduğu
kurallara uyduktan sonra her yerde, kendimizi güven içinde ve evimizdeymiş gibi
hissederiz. Bu durum, bizi O’na biraz daha yaklaştırmış ve sevdirmiş olur. Bunun
belirtisini de, kendi içimizde bir huzur ve mutluluk şeklinde duyarız.
Kâinattaki bütün varlıklar, Allah’ın varlığını, birliğini, büyüklüğünü anlatan bir
kitap gibidir. İnsan, bu kitabı dikkatlice okursa Allah’ı her yerde bulur. O’nun kudretini,
azamet ve yüceliğini anlar. O, her yerde isim ve sıfatlarıyla güç ve kuvvetiyle
hâzır ve nâzırdır. İmanın en mükemmeli, nerede olursak olalım, Allah’ın bizimle
beraber olduğunu bilmemizdir. Hiçbir şey O’nun bilgisinin dışında değildir.
Nereye gidersek gidelim belki insanlardan gizlenebiliriz. Ama Allah’tan gizlenecek,
O’na gizli kalacak hiçbir yer yoktur. O, her şeyi görür, duyar ve bilir. Çünkü
O her an bizimledir. İnsan, nerede ne söylerse söylesin Allah konuşulanı duyar.
Kur’an’da, “Üç kişi gizlice konuşmaz ki dördüncüleri O, olmasın. Beş kişi gizlice konuşmaz
ki altıncıları O, olmasın. Bundan daha az, yahut daha çok da olsalar, nerede olurlarsa
olsunlar O, mutlaka onlarla beraberdir.” (Mücadele, 58/7) diye buyurulmaktadır.
Allah her şeye şahittir. Bu şahitlik, kullarının davranışlarını görmesi, bilmesi ve
sözlerini duyması demektir. Allah her yaptığımızdan ve hatta yapacaklarımızdan da
haberdardır. İşte bu yakınlığı her an hissedebilmek ne kadar güzel bir duygu ve düşüncedir.
Böylesi güzel düşünceye sahip mümin, büyük bir bahtiyarlığa kavuşmuş
demektir. Yüce Allah’ın kendisini gördüğünü, bildiğini ve her an yanında olduğunu
bilen bir mümin, Allah’ın hoşuna gitmeyeceği hiçbir işi yapamaz. Böyle insanlardan
oluşan toplumda huzur ve mutluluk olur. Allah’ın kendisiyle beraber olduğu, bütün
hâl ve hareketlerinde onu gözetlediğine dair taşıdığı inanç, kulu kötülük işlemekten
alıkor. Çünkü bu şuur onun vicdanının derinliklerinde kök salmıştır. O bilir ki,
zatını görmese de, sesini duymasa da her zaman Allah ile beraberdir.
Kulun, bütün hâllerini Allah’ın bildiği şuuruna sahip olması, hareketlerinden
haberdar olduğunu bilmesi, her zaman kendini kontrol altında bulundurması demektir.
Allah’ın bizim ile beraber olması, bir insan ile beraber olması gibi değildir.
O zaman Allah, yaratılanlara benzetilmiş olur. İnsanın en temel meselesi Rabbini
bilmek, O’nu bulmaktır. Allah insanı bunun için yaratmıştır. Var oluş sırrı budur.
Allah’ı bulmak, O’nu şah damarından daha yakın hissetmek insanı huzura kavuşturacaktır.
Allah ile birliktelik şuuru ve O’nun bize yakın olduğu bilinci; hiçbir davranışımızın
O’na gizli olmadığını gösterir. Allah’ın bizimle beraber olması demek;
nerede olursanız olun O sizinle beraberdir, size şah damarınızdan daha yakındır,
dua ettiğinizde duanıza cevap verir, sizin tutan eliniz, yürüyen ayağınız, gören gözünüz
olur, demektir. Allah’ın, kulları ile olan birlikteliği, yardım, başarı ve hidayet
birlikteliğidir.
Allah, her an kullarını korur ve onları himaye eder. Allah’ın ilmi, bilgisi her şeyi
kaplamıştır. O, nereye gidersek gidelim, bizimle beraberdir. Bu sebeple, yaptığımızdan
anında haberdar olur. O, sadece mutlu olmamızı ister. İsterseniz kalbinizi bir
yoklayın. Onun adını andıkça neler hissettiğimizi açıkça göreceğiz.

24 Nisan 2013 Çarşamba

ALLAH, HAKLARI ZAYİ ETMEZ(Nisa, 4/40)


ALLAH, HAKLARI ZAYİ ETMEZ


“Şüphesiz Allah (hiç kimseye) zerre kadar zulüm etmez. (Yapılan) çok
küçük bir iyilik de olsa onun sevabını kat kat arttırır ve kendi katından
büyük bir mükâfat verir.” (Nisa, 4/40)
Gerek iyilik, gerekse kötülük hiçbir zaman karşılıksız bırakılmaz. Bizler bu dünyanın
bir sınav yeri olduğunu, kişinin yaptıklarından hesaba çekileceğini, iyilik yapanların
sevap alıp akabinde cennete; kötülük yapanların ise günah kazanıp sonunda
cehenneme gideceğine inanırız. Bu, ilâhî adaletin bir gereğidir. Bir Müslüman için,
ahiret gününe, ahiret gününde meydana gelecek hesap, mizan, sırat, amel defteri,
cennet, cehennem gibi olgulara inanmak imanın şartları arasında bulunmaktadır.
Nitekim yüce Allah’ın ilâhî bir mahkemenin kurulacağına dair vaadi, Kur’an-ı
Kerim’de muhtelif ayetlerde şu şekilde haber verilmektedir:
“O gün insanlar amellerinin kendilerine gösterilmesi için bölük bölük kabirlerinden
çıkacaklardır. Artık kim zerre ağırlığınca bir hayır işlerse onun mükâfatını görecektir. Kim
de zerre ağırlığınca bir kötülük işlerse onun cezasını görecektir.” (Zilzâl, 99/6-8)
Yine bir diğer surede meydana gelecek manzara tasvir edilmekte ve şöyle buyrulmaktadır:
“Kişinin kardeşinden, annesinden, babasından, eşinden ve çocuklarından kaçacağı günde
kulakları sağır edercesine şiddetli ses geldiği vakit, işte o gün herkesin (başkasıyla ilgilenmeyi
düşündürmeyecek şekilde) kendini meşgul edecek bir işi vardır.” (Abese, 80/33-37)
İlâhî mahkemenin kurulacağı, burada kimsenin itiraz hakkının olmayacağına
dair bir ayet ise şu şekildedir:
“Her insanın amelini boynuna yükledik. Kıyamet günü kendisine, açılmış olarak karşılaşacağı
bir kitap çıkaracağız. ‘Oku kitabını! Bugün hesap sorucu olarak sana nefsin yeter’,
denilecektir.” (İsrâ, 17/13-14)
* Doç. Dr. Ömer YILMAZ

Bütün bu ayetlerden çıkarılacak sonuç şudur: Herkes yaptığının karşılığını bulacak
ve ona göre mekânı tayin edilecektir. Öyleyse amellerimizle baş başa kalacağımız
kesin olan bu günde, kimsenin kimseye faydasının dokunamayacağı ve bizi
savunacak birilerinin bulunmadığı idrakiyle yaşamaya çalışalım.
Belki bunlar ilk etapta bize hikmetini anlayamadığımız için bir an korkutucu
gelebilir. Ancak işin aslı böyle değildir. Bir kez de bunun tam aksini farz edelim.
Yani güçlü ve haksız olan kimsenin yaptığının yanına kâr kaldığı, adaletin tahakkuk
etmediği bir hayat tasavvur edelim. Bu durumda mazlumların, mağdurların,
haklı ama zayıfların, yetimlerin, boynu büküklerin hak ve hukuku ne olacak? Bu
kişi dünyada nasıl teselli bulacak? O halde bir “hesap günü”nün varlığına inanmak,
bize her şeyi daha düzgün, hakkaniyetli, ölçülü yapmamız gerektiğini hatırlatacaktır.
Eğer bir yerde suyu getirenle testiyi kıran, çalışanla çalışmayan bir tutulur; iyilik
yapanla, yapmayan fark etmez ise hayat çekilmez hâle gelecektir.
Şüphesiz iyilikle kötülük bir değildir. İşte Cenab-ı Hak da yukarıda metin ve
meâlini verdiğimiz ayette, iyilik yapanların sevabının kat kat verileceğini, iyilerin
ödüllendirip karşılığını bulacaklarını haber vermektedir. Bir başka ayette de aynı
konuya değinilerek, “Göklerdeki her şey, yerdeki her şey Allah’ındır. (Sonunda) kötülük
edenleri yaptıklarıyla cezalandırmak, iyilik edenleri de daha güzeliyle mükâfatlandırmak
için ‘Allah, kim ne yaparsa kaydeder.” (Necm, 53/31) buyrulmaktadır.
Çok az da olsa iyilik yapılmalı, basit gibi de gözükse günahtan kaçınılmalıdır.
Günahın basit ve küçüklüğü değil, kime karşı işlendiğinin farkında olunmalıdır.
Amel defterimizde ve kıyamet günü tartıya girecek hesabımızda bizim lehimize çıkacak
iş, söz ve eylemlere ağırlık verelim. Kimseye zerre miktarı kadar bile olsa
haksızlık yapmayalım. Kimsenin hak ve hukukunu ihlal etmeyelim. Allah hakkını
ihmal ederek ebedî âleme gitmeyelim. Unutmayalım ki hesap çetin, yol uzundur. Bu
safhada hatayı telafi etme imkânı da yoktur.

23 Nisan 2013 Salı

ALLAH, BİZE ŞAH DAMARINDAN DAHA YAKINDIR Kâf, 50/16



ALLAH, BİZE ŞAH DAMARINDAN
DAHA YAKINDIR



“Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin ona verdiği vesveseyi de biz
biliriz. Çünkü biz ona şah damarından daha yakınız.” (Kâf, 50/16)
“Yakın” ve “uzak” ifadelerini duyduğumuzda, hemen hepimizin belleğinde
onlarla ilgili bir anlam canlanır. Bu tür ifadeler çoğunlukla zaman ve mekânla ilgili
kavramlar olarak zihin dünyamızı meşgul eder. Maddî olan ve bir mekânda
yer tutan varlıklar, birbirlerine göre yakında veya uzakta bulunurlar. Masanın bize
uzaklığı, yakınlığı gibi… Oysa insan zihninin tasavvur edebileceği her türlü madde
ve mekândan münezzeh olan yüce Rabbimiz, yarattığı varlıklara “habl-i verid-şah
damarından” benzetmesiyle kendi nefislerinden daha yakın olduğunu ifade etmektedir.
Habl-i verid; insanın beynine kan taşıyan ve hayati önem taşıyan ana damarlardır.
Onların işlevsiz hâle gelmesi hâlinde, beyin fonksiyonlarını tamamen kaybeder,
hayat durur. Tabii ki bu mesaj, yakınlığın odağındaki varlık olan insanadır. Bu
itibarla habl-i veridsiz yaşayamayan insanın, kendisini uzak hissettiği Rahman’dan
yoksun olarak yaşaması da düşünülemez. Aynı şekilde, geçmiş ve gelecek gibi
kavramlara yüklediğimiz anlamlarla ifade ettiğimiz zamandan da münezzeh olan
Rabbimiz, her bir varlığa onun nefsinden daha yakındır. Bu itibarla yakın ve uzak
kavramları, maddi ve manevi yönden bakış açımızın oturduğu zemine ve algı gücümüze
göre farklı anlamlar ifade etmektedir. Görülen o ki, Rahman ve Rahim olan
Allah’ın, yarattıklarına yakınlığı ve mahlûkatın ondan uzaklığı, zaman ve mekân
ölçüleriyle izah edilemez. Ayette yer alan “yakın olma”, mesafe ve mekânla bir ilgi
kurulduğunda bizleri yaratan yüce Rabbimiz ile ilintilendirilmesi imkânsızdır.
* Dr. Yaşar YİĞİT
39
Allah’ın kuluna, onun hayatiyetinde çok önemli bir görevi yerine getiren şah
damarından daha yakın oluşu, şüphesiz onun her türlü ihtiyaçlarını bizzat görmesi,
hücrelerindeki her türlü icraatı kudret ve ilmiyle yapması, insana kendi nefsinden
daha merhametli olması gibi manalar taşır. Kulun Allah’a yaklaşması ise, onun
razı olduğu bir kul olma vadisinde attığı adımlarla yakından ilgilidir. Şüphesiz
imanımızdaki güç, amelimizdeki ihlas ve samimiyet, bizleri Mevlamıza yakınlaştıran
temel vasıtalardır.
İnancımıza göre bizleri yoktan var eden yüce Rabbimiz, gizli-açık her türlü
duygu ve eylemimizden haberdardır. O, bizim kalbimizin derinliklerinde, dua ve
niyaz, sevgi ve nefret, kin ve haset adına gizlediklerimizi de açığa vurduğumuzu
da çok iyi işitendir, bilendir. Varlıkta ve darlıkta, sevinçte ve kederde, gece ve gündüzde
O’na yönelişimizden haberdardır. Açık bir ifadeyle O (c.c) , bizi bizden iyi
bilendir, bize bizden yakındır. O, Alîmdir, Basîrdir, Semîdir. Nitekim gönül dostu
büyük âşık Yunus Emre;
“Sensin bize bizden yakın
Görünmezsin hicap nedir?” dizeleriyle, Rabbimizin bu yakınlığını dile getirmektedir.
Yüce Rabbimiz, kullarına olan yakınlığını bir başka ayette şu şekilde beyan
ediyor:
“Kullarım Beni sana soracak olursa, muhakkak ki Ben (onlara) pek yakınım. Bana
dua ettiği zaman dua edenin duasına cevap veririm. Öyleyse, onlar da Benim çağrıma
cevap versinler ve bana iman etsinler. Umulur ki doğru yolu bulmuş olurlar.” (Bakara,
2/186)
Yüce Rabbimize olan yakınlığımızın artması için onun rızasına uygun bir yaşam
tarzını seçmemiz gerekir. Şüphesiz O’nun rızasının olduğu amellerde hem
kendimize hem de topluma karşı bir fayda, maslahat söz konusudur. Peygamberimiz
(s.a.s), bir hadislerinde şöyle buyurdular:
“Ey insanlar! Yüce Allah temizdir, temiz olandan başka bir şey kabul etmez. Allah’ın
müminlere emrettiği şeyler, peygambere emretmiş olduklarının aynısıdır. Nitekim Allah
Teala (peygamberlere); ‘Ey peygamberler, temiz olanlardan yiyin de salih amel işleyin’
(Mü’minun, 23/51) emretmiş, müminlere de; ‘Ey iman edenler, size rızık olarak verdiklerimizin
temizlerinden yiyin” (Bakara, 2/172) diye emirde bulunmuştur. Sonra seferi
uzatıp, saçı başı dağınık, toz toprak içinde kalan ve elini semaya kaldırıp ‘Ey Rabbim,
ey Rabbim’ diye dua eden bir yolcuyu zikredip, dedi ki: Bu yolcunun yediği haram, içtiği
haram, giydiği haramdır ve (netice itibariyle) haramla beslenmektedir. Peki, böyle bir
kimsenin duasına nasıl icabet edilir? buyurdular.” (Müslim, “Zekât,” 65)
Bu hadisten de anlaşılacağı üzere Yaratanımıza olan yakınlığımız, O’nun dua
larımıza icabeti, kulluğumuzun rızasına uygunluğu, yediğimiz içtiğimiz, kazandığımızla
yakından ilintilidir.
Sonuç olarak ifade etmek gerekirse, insan aciz bir varlıktır. O zaman kendinin
çok güçlü ve kudretli olduğunu düşünür. Ancak hayatında karşılaştığı çoğu olay
onun o kadar da güçlü bir varlık olmadığı hissini adeta ona haykırır ve ona “sen
muhtaç, aciz, sınırlı gücü ve kudreti olan bir varlıksın” der. İşte bu noktada insan
kendisine her dem yakın olan bir varlığa inanma, ona yönelme ihtiyacı duyar.
Kalabalıkların yalnızlığında, karanlıkların derinliğinde, çaresizliğin insanı mahkûm
ettiği anlarda, gönlün ve zihnin açmazlarında, Rabbe dayanmaya, ona güvenmeye,
kendini onun yanında hissetmeye muhtaç olur. İşte O Yaratan, insanı yalnız bırakmadığını,
ona ondan daha yakın olduğunu bildiriyor. Bizler de bu inanç ve düşünceyle,
asla yalnız olmadığımızı unutmayalım. Zira Rabbimiz bize şah damarımızdan
daha yakındır.

22 Nisan 2013 Pazartesi



ALLAH, BİZE YAKINDIR


Kullarım, beni senden sorarlarsa, (bilsinler ki), gerçekten ben (onlara çok)
yakınım. Bana dua edince, dua edenin duasına cevap veririm. O halde
doğru yolu bulmaları için benim davetime uysunlar, bana iman etsinler.”
(Bakara, 2/186)
İnsan, Allah’a yakın olması ve Rabbini hatırından çıkarmaması gerekirken, bazen
şeytanın aldatması neticesinde Rabbi ile arasına duvarlar girer, ümitsizliğe kapılır,
Rabbinin huzuruna varmaya, O’na el açıp yalvarmaya yüzünün olmadığını düşünür.
Rabbinin artık onu affetmeyeceğini ve dualarına cevap vermeyeceğini düşünür.
Bu, ne kadar da yanlış bir düşünüştür! Hâlbuki Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
“Biz ise ona (ölüm hâlindeki insana) sizden daha yakınız.” (Vâkıa 56/85)
“Çünkü Biz ona (insan) şah damarından daha yakınız.” (Kâf, 50/16)
“Allah, kişi ile kalbi arasına girer.” (Enfâl, 8/24)
Kulluğa sığmayan davranışlarına rağmen, Rabbimiz yine kulunun dönüşünü
bekliyor. O’na yakın olmak, O’na dost olmak için araya bir aracı sokmaya gerek
yok. Yeter ki gönülden arzu edilsin ve niyetler samimi olsun. Rabbine direk ulaşamayacağını,
bunun için illa da aracıya gerek olduğunu söylemek, Allah ile kulları
arasına set çekmektir. “Nasıl ki devlet başkanının huzuruna çıkmak için randevu
alabilecek aracıya ihtiyaç varsa, aciz ve günahkâr bir kulun da Allah’a ulaşması için
bir Allah dostuna ihtiyacı var” gibi bir mantıkla hareket etmek son derece yanlıştır.
Bütün bunları yüce Allah reddediyor ve kullarına “yakınım” buyuruyor.
* Mehmet KAPUKAYA
42
İslam inancı, “aracı olmadan Allah’a ulaşılamaz” gibi mesnetsiz bir görüşü kabul
etmez. Yüce Allah’a dua eden kişi, duasının kabul edilmesi için acele etmeden ve
O’nun kendine çok yakın olduğu bilinciyle dua etmelidir. Allah onların dualarını
kabul edeceği en uygun zamanı onlardan iyi bilir. En önemli hususlardan birisi sağır
birine işittirir gibi dua edilmemelidir.
Ebû Musâ (r.a) anlatıyor: “Peygamber (s.a.s) ile bir seferde idik. Tepeye çıkınca
yüksek sesle tekbir getirmeye başladık. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s);
“Nefislerinize karşı merhametli olun. Zira sizler, sağır veya gaip birisine dua etmiyorsunuz”
(Buharî, “Da’avât”, 50, 67) buyurdu.
Bazen kul sözle değil, hâliyle kendini Allah’a arz eder, bu durum ihlas derecesine
göre, bazen dualardan çok daha etkili olur.
“Rabbinize alçak gönüllüce ve için için dua edin. Çünkü O, haddi aşanları
sevmez” (A’râf, 7/55).
Bu konuyu Merhum Hamdi Yazır’ın nefis yorumu ile bitirelim:
“ ‘Ben yakınım’ buyurulup ‘kullarım bana yakındır’ buyurulmaması da gayet
anlamlıdır. Çünkü kul, varlığı mümkün olduğundan, kul olması yönüyle yokluğun
merkezinde ve faniliğin en aşağı noktasındadır. Bunun Hak Teâlâ’ya bizzat yaklaşması
mümkün değildir. Bu bakımdan yakınlık kul tarafından değil, Allah tarafındandır.
Dua eden kimsenin gönlü, Allah’tan başkasıyla meşgul olduğu müddetçe gerçekten
dua etmiş olmaz. Allah’tan başka şeylerin hepsinden uzak olduğu vakit de Hakk’ın
birliğinin marifetine dalar. Bu makamda kaldıkça kendi hakkını düşünme ve insanlık
nasibini talepten kaçınır, bütün vasıtalar kaldırılır ve o zaman Allah’ın yakınlığı hâsıl
olur. Çünkü kul, kendi arzusuna yönelik olduğu sürece Allah’a yaklaşamaz, o arzu
engelleyici bir vasıta olur. Bu kaldırıldığı zaman ise; ‘Ben işimi Allah’a bırakıyorum.
Şüphesiz ki Allah kullarını görür.’ (Ğâfir, 40/44) âyetindeki havale, tam bir samimiyetle
ortaya çıkmış bulunur. Göz, Hakk’ın gözü olarak görür; kulak, Hakk’ın kulağı
olarak işitir; kalp Hakk’ın aynası olarak bilir, duyar, ister. O zaman milyonlarca
sebeplerin, asırlarca zamanların yapamadığı şeyler, Allah’ın dilemesi hükmüyle, ‘ol’
demekle oluverir.” (Hak Dini Kur’an Dili II, 11)

15 Nisan 2013 Pazartesi

DİYET

DİYETTEYİMMMMMMMM!....




Nasıl başlıycam hangisini yapıcam bilmiyorum.O kadar çok diyet listesi var ki!Sanırım yine kendi bildiğim gibi az yeme listesine göre yapıcam.Ve zor olsa da abur cuburu kesicem.
Dualarınızı ve tavsiyelerinizi bol bol beklerim....
Lütfen dualarınızı eksik etmeyin.Nefsimle olan bu mücadelemi kazanmak istiyorum.Rabbim yardımcım olsun....

11 Nisan 2013 Perşembe

ÜSTAD NECİP FAZIL KISAKÜREK'TEN

TAM OTUZ YIL



Tam otuz yıl saatim işlemiş ben durmuşum? 
gökyüzünden habersiz uçurtma uçurmuşum.

Diyorlar Bana? kalsın şiirde sözde yerde?
Sen araştır? göklere çıkan merdiven nerde.

Anladım işi; San'at Allah'ı(celle celaluhu) aramakmış? 
Marifet bu? gerisi yalnız çelik çomakmış.

Zehirle pişmiş aşı yemeye kimler gelir? 
Dilsizce? yalnız Allah(celle celaluhu) demeye kimler gelir?

Seni aramam için beni uzağa attın? 
Alemi benim? beni Kendin için yarattın.

Tel tel iplik iplikte dikseler ağzımı?
Tek ses duysalar;Allah (celle celaluhu) yoklayanlar nabzımı.

Tutuşturanlar? lûgat kitabını elime? 
Bilsin;Allah 'tan (celle celaluhu) başka bilmiyorum kelime.

Ellerime uzanan dudakları tepeyim? 
Allah (celle celaluhu) diyen gel seni ayağından öpeyim.

Ne var ki pazarlığa girişecek ecelle? 
sermayem tek kelime Allah(celle celaluhu) Azze ve Celle.

Güzel Allah'ım (celle celaluhu)? Senden ne gelecekse gelsin?
Sen ki Rahmetinle de Kahrınla da güzelsin.

Neye yaklaşsam? sonu uzaklık ve kırgınlık? 
Anla ki yok? Allah'tan (celle celaluhu) başkasıyla yakınlık.

Kudret O'nun? gayrında ne mecal var ne tüvan? 
Alim ilmine yansın? pazusuna pehlivan.

Rabbim? Rabbim? bu işin bildim neymiş Türkçesi? 
Senin aşkın ateştir? ateşin gül bahçesi. 

Neye baksam aynı şey neyi görsem aynı şey? 
Olan Sensin? hey gidi hakikat Sultanı hey.

Bu yük Senden Allah'ım (celle celaluhu)? çekeceğim naçarım? 
Senden Sana sığınır? Senden Sana kaçarım. 

Sana şah damarından daha da yakın Allah(celle celaluhu)? 
Günah mı dedin? Ondan uzağa düşmek günah.

Göz kaptırdığım renkten? kulak verdiğim sesten? 
Affet Allah'ım (celle celaluhu)Senden habersiz aldığım her nefesten. 

Allah(celle celaluhu) dostunu gördüm bundan altı yıl evvel? 
Bir akşamdı ki? zaman donacak kadar güzel?
Bana yakan gözlerle bir kerecik baktınız? 
Ruhuma? büyük temel çivisi çaktınız.

Düşünüyorum O'ndan evvel zaman varmıydı? 
Hakikatler boşluğa bakan aynalar mıydı?

O Allah'ın (celle celaluhu) emriyle Kâinat Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellem)? 
Varlığın tacı? varlık nurunun ta kendisi.

Müjdecim? kurtarıcım? Efendim? Peygamberim? 
Sana uymayan ölçü hayat olsa teperim.

Gözüm? aklım? fikrim var deme? hepsini öldür? 
Sana göl gibi gelen? O göl diyorsa göldür.

O yüz? her hattı tevhid kaleminden bir satır?
O yüz ki göz değince Allah'ı (celle celaluhu) hatırlatır. 

Sual: Ey veli? insan nasıl olmalı söyle? 
Cevap: son anda nasıl olacaksa? hep öyle.

Biri aşk? biri nefret? bizim kanadımız çift? 
Ateş saçmalı ki Nûr? erisin kapkara zift.

Büyük Randevu? bilsem nerede saat kaçta? 
Tabutumun tahtası bilsem hangi ağaçta.

Hasis sarraf? kendine bir başka kese diktir? 
mezarda geçer akça? neyse onu biriktir.

Dostlarım ev? eşyamdı? birbir gitti diyorum? 
Artık boş odalarda ölümü bekliyorum.

Bu dünyada renk? nakış? lezzet? ne varsa küsüm?
Gözümde son marifet? Azrail'e (A.S.) tebessüm.

Ölüm ölene bayram? bayrama sevinmek var? 
Oh ne güzel bayramda tahta ata binmek var.

O demde ki perdeler kalkar? perdeler iner? 
Azrail'e (A.S.) "hoş geldin" diyebilmekte hüner.

Öleceğiz? müjdeler olsun? müjdeler olsun? 
Ölümüde öldüren Rabb'e secdeler olsun.

Ölüm güzel şey? budur perde ardından haber? 
Hiç güzel olmasaydı? ölür müydü Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem))

Necip Fazıl Kısakürek


Paylaşmak istedim.

8 Nisan 2013 Pazartesi

ÇEKİLİŞ SONUCU

HEDİYELERİM GELDİİİİİİİİİİİ

Bloger dostum incinincevheri'nin çekilişi sonucu kitap hediyelerim gelmiş.İş yerine gelmiş görünce bir sevindim bir sevindim anlatamam.Arkadaşıma burdan çok teşekkür ediyorum.

Hediyelerim bunlar





Selam olsun söz verip de sözünde duran arkadaşıma......... 

7 Nisan 2013 Pazar

BAHAR GELDİ ''OL'' DEDİ

''OL'' DEDİ





   Mutfağımda sebzelikte bir soğan kalmış.Ve bu soğan iki dal yeşillenmiş.Su verilmeden,toprak olmadan...

  Evim de mutfağımda  kim haber vermişti de bu soğancık baharın geldiğini duymuştu.Duymuştuda diğer canlılar gibi canlanıvermişti.

  Halbuki dışardan bir haber,bir ses,bir seda, bir mesaj gelmemişti.Çevredeki güllerin,akasyaların,sümbüllerin,hanımellerinin ve büyük küçük, çeşit çeşit  çiçeğin açtığını, kokularını buram buram yaydığını.Bütün börtü böceğin canlandığını,güneşin eksilmeyen gülen yüzünü gösterdiğini,kuşların cıvıltısını,kedilerin mırlamasını,karıncaların hızlı hızlı adımlarını kim söylemişti.

  Hoş söyleselerdi de  O ne anlayacaktı.Biri deseydi ki bahar geldi.Seninde canlanman, uzun yeşil yapraklarını  semaya doğru uzatman gerekiyor.

  O soğancık anlar mıydı?

  O yalnızca Rabbi'nin ''OL'' dediği  gibi olurdu.

  Rabbi ona ''OL'' demişti.O da  başkasından haber beklemeden oluvermişti.Sokaktaki, tarladaki,bağdaki,bahçedeki,saksıdaki diğer bütün canlılar gibi...

5 Nisan 2013 Cuma

4 Nisan 2013 Perşembe

ISPANAKLI KEK

ISPANAKLI KEK
Tarifi  isteyen olursa sonra yazıcam ama bildiğimiz klasik ıspanaklı keki böyle yaptım değişik bir sunum oldu.Paylaşmak istedim.


Önce kekini kağıt muffin kalıplarına koydum.


Piştikten sonra kremasını sıktım.


                                                                    Veeeee sonuç.............

                                                       AFİYET  BAL ŞEKER OLSUN.....

2 Nisan 2013 Salı

PORTAKALLI VE HAVUÇLU KEK



ÇOK BASİT

ÇOK LEZİZ

ÇOK PRATİK

ÇOK VİTAMİNLİ

PORTAKALLI VE HAVUÇLU KEK


MALZEMELER

3 yumurta
yarım su bardağı sıvıyağ
yarım su bardağı portakal suyu
1 su bardağı şeker
1 havuç rendesi
1 portakal kabuğu rendesi
2 su bardağı şeker
kabartma tozu
vanilya
arzuya göre fındık fıstık

YAPILIŞI

Şeker ve yumurtayı iyice çırpıyoruz.Sıvıyağ , portakal suyunu,portakal kabuğu rendesi,havuç rendesini koyuyoruz.Unu ve kabartma tozunu eleyerek koyuyoruz ve çırpıyoruz.Yağlanmış tepsiye döküyoruz.170 derecelik fırında  yaklaşık 30-35 dakika pişiriyoruz.

AFİYET  BAL ŞEKER OLSUN…